Her nedense, doktor Frankenstein’ın korkunç bir canavar yarattığı ve kendimizi kurtarmak için bu yaratığı öldürmek zorunda olduğumuz fikri bizi rahatlatıyor; hikayeyi bu şekilde anlatmayı seviyoruz çünkü böylelikle bizim en iyi varlık olduğumuzu, bizden daha iyisinin hiç olmadığını ve hiç olmayacağını ifade ediyoruz.
1818’de Mary Shelley, yarattığı yapay varlık kontrolden çıkıp ortalığı mahveden bir bilim insanının hikayesi olan Frankenstein’ı yayımladı. Son iki yüz yılda bu hikaye sayısız farklı biçimde tekrar tekrar anlatıldı ve yeni bilimsel mitolojimizin temel taşlarından biri hâline geldi. İlk bakışta, Tanrı rolünü oynarsak ve yaşamı tasarlamaya kalkarsak sert bir şekilde cezalandırılacağımız konusunda bizi uyaran Frankenstein hikayesinin aslında daha derin bir anlamı da vardır.
Frankenstein miti, Homo sapiens’i son günlerinin hızla yaklaştığı konusunda uyarıyor. Hikayeye göre, bir nükleer veya çevre felaketi araya girmezse, teknolojik gelişmenin hızı, kısa süre içinde Homo sapiens’in yerini başka varlıkların alacağını ve bunların sadece fiziksel değil bilişsel ve duygusal olarak çok başka bir dünyaya ait olacağını gösteriyor. Çoğu Sapiens bunu rahatsız edici bulur, çünkü gelecekte insanların bizim gibi olacağı ve hızlı uzay gemileriyle bir gezegenden diğerine seyahat edeceğine inanılır. Gelecekte bizim gibi duyguları ve kimlikleri olan varlıkların olmayabileceği, yerimizi bizden çok daha becerikli yabancı formların alabileceği ihtimali üzerine düşünmekten hoşlanmıyoruz.
Her nedense, doktor Frankenstein’ın korkunç bir canavar yarattığı ve kendimizi kurtarmak için bu yaratığı öldürmek zorunda olduğumuz fikri bizi rahatlatıyor; hikayeyi bu şekilde anlatmayı seviyoruz çünkü böylelikle bizim en iyi varlık olduğumuzu, bizden daha iyisinin hiç olmadığını ve hiç olmayacağını ifade ediyoruz. Bizi yerimizden etme yönündeki tüm girişimler başarısızlığa uğrayacaktır, bedenlerimiz geliştirilebilir olsa da insan ruhuna dokunulamayacaktır.
Bilim insanlarının beden üzerinde yaptığı mühendisliği ruh üzerinde de yapabileceği, bu şekilde gelecekteki Dr. Frankenstein’ların bizden çok daha üstün, bize bizim Neandertallere baktığımız gibi küçümseyerek bakacak bir şey yaratabileceği gerçeğini sindirmemiz biraz zor olacaktır.
Günümüz Dr. Frankenstein’larının bu kehaneti gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceklerini bilemeyiz. Gelecek belirsizdir ve şu son birkaç sayfadaki öngörülerin eksiksiz gerçekleşmesi gerçekten çok şaşırtıcı olur. Tarih bize, hemen önümüzde duruyor gibi görünen şeylerin öngörülmeyen engeller yüzünden gerçekleşemeyebileceğini ve onların yerine bambaşka, hayal bile edilemeyen senaryoların devreye girebileceğini öğretmiştir. 1940’larda nükleer çağ başladığında, 2000 yılındaki nükleer dünya hakkında pek çok tahmin yapılmıştı. Sputnik ve Apollo 11 dünyanın hayal gücünü ateşlediğinde, herkes yüz yılın sonuna gelinmeden insanların koloniler hâlinde Mars veya Plüton’da yaşayacağını düşünmüştü. Bu öngörülerin çok azı gerçekleşti, öte yandan kimse interneti öngörmemişti.
Dolayısıyla gelecekte dijital varlıkların açabileceği davalar için sorumluluk sigortaları almaya kalkışmayın şimdilik. Yukarıdaki bu fanteziler (veya kabuslar) sadece zihninizi uyarmak içindi. Ciddiye almamız gereken şeyse tarihin bir sonraki aşamasının, sadece teknolojik ve örgütsel dönüşümler değil, insan bilinci ve kimliği üzerine de temelden etki eden dönüşümler içereceğidir. Üstelik bu dönüşümler o kadar temelden olacaktır ki, bizzat “insan” kavramını bile sorgulatacaktır. Bu gerçekleşene dek ne kadar zamanımız var? Kimse bilemiyor. Daha önce de belirtildiği gibi, bazıları 2050 yılında kimi insanların ölümsüz (a-mortal) olacaklarını iddia ediyor, daha ılımlı öngörülerse gelecek yüz yıl veya bin yıldan bahsediyorlar. Sapiens tarihinin 70 bin yıllık perspektifinden bakınca birkaç bin yıl nedir ki?
Eğer Sapiens tarihi sona erecekse, Sapiens’in son nesillerinden birine mensup olan bizler zamanımızı şu son soruyu cevaplamaya ayırmalıyız: Neye dönüşmek istiyoruz? Human Enhancement [İnsan Geliştirme] sorusu olarak da bilinen bu soru şu anda siyasetçileri, filozofları, akademisyenleri ve sıradan insanları meşgul eden tüm tartışmaları önemsiz kılıyor. En nihayetinde, günümüzün dinler, ideolojiler, uluslar ve sınıflar arasındaki tartışmaları Homo sapiens’le birlikte yok olacak. Bizden sonra gelenler gerçekten farklı bir bilinç seviyesinde olurlarsa (veya bilincin ötesinde, bizim şu an algılayamadığımız bir şeylere sahip olurlarsa) Hıristiyanlığın veya İslamın onlara ilginç gelmesi, toplumsal örgütlenmelerinin komünist veya kapitalist olması veya cinsiyetlerinin erkek ve dişi olması ihtimali çok düşüktür.
Yine de, bu tanrıların en azından ilk nesilleri kendilerini tasarlayan insanların kültürel fikirleri tarafından şekillendirilmiş olacağından tarihteki büyük tartışmalar önemlidir. Bu yaratıklar kapitalizmin mi, yoksa İslamın veya feminizmin bakışıyla mı şekillendirilmiş olacak? Bu soruya verilecek cevap olayların gelişimini bambaşka yönlere sürükleyebilir.
Çoğu insan bunları düşünmemeyi tercih eder. Biyoetik bile bunlar yerine şu soruya cevap vermeyi tercih ediyor: “Neyi yapmak yasaktır?” İnsanlar üzerinde yapılacak genetik deneyler kabul edilebilir mi? Ya da kürtajla alınmış fetüsler üzerinde? Veya kök hücreler? Koyunları kopyalamak etik midir? Ya şempanzeler? Peki ya insanlar? Bunların hepsi önemli sorular ama bir anda frene basarak Homo sapiens’i başka tür bir yaratığa çevirebilecek bilimsel projeleri durduracağımızı ummak çok naif kaçar, çünkü bu projelerin hepsi ölümsüzlüğün arayışıyla, yani Gılgamış Projesi’yle ayrılamaz şekilde iç içe geçmiştir. Bilim insanlarına neden genomu incelediklerini, bir beyni bilgisayara bağlamaya çalıştıklarını veya bir bilgisayara zihin yüklemeye çalıştıklarını sorduğunuzda hemen hemen aynı standart cevabı alırsınız: hastalıkları tedavi edebilmek ve insanları kurtarmak için. Bir bilgisayarın içinde zihin yaratmanın sonuçları psikiyatrik hastalıkları iyileştirmekten çok daha ciddi olsa da, hepsi bu cevabı verecektir; buna kimse itiraz edemez. İşte bu yüzden Gılgamış Projesi bilimin amiral gemisidir ve bilimin yaptığı her şeyi haklı çıkarır. Dr. Frankenstein da Gılgamış’ın omuzlarına tutunmuş durumdadır. Gılgamış’ı durdurmak imkansız olduğundan Frankenstein’ı durdurmak da imkansızdır.
Tek yapabileceğimiz gittikleri yönü değiştirmeye çalışmaktır. Kısa süre içinde kendi isteklerimizi de şekillendirebileceğimizden, belki de bizden cevap bekleyen en önemli soru, “Neye dönüşmek istiyoruz?” değil, “Neyi istemek istiyoruz?”dur. Bu soru karşısında ürpermeyenler muhtemelen soru üzerinde yeterince düşünmemiştir.